Soyut kapılarla yarattığı gerçeklik deneyimiyle Melek Zeynep Bulut’un “Açık Yapıt” adlı çalışması Londra Tasarım Bienali’nde sergilendi.
Mimarlık, heykel, psikoloji ve davranış bilimleri gibi farklı alanlardan beslenen bir sanatçı olarak, bu disiplinler arasındaki ilişkileri nasıl ele alıyorsun? Bu disiplinlerin bir araya gelmesi, üretim pratiğinin temelinde nasıl bir rol oynuyor?
Esasında disiplinlerin bir aradalığını baştan belirlemiyor ya da disiplinler arasında bir ilişki kurmaya çalışmıyorum. Tasarlarken üzerine gittiğim ve güttüğüm en güçlü şey, aklıma gelen ya da birlikteliğini hissettiğim yüksek bir olgunun peşinden sorgusuz sualsiz gitmek. Sonra o olgu, oluş, o aşamada henüz vücut bulmamış olan o “şey” her ne ise kendi disiplinini kendi belirliyor. Bu bazen bir koku, bazen bir ses, bazen yerinden kalkmaz bir taş, bazen bir rüzgâr güzellemesi, bazen yerden olağan dışı yükselen bir topoğrafya, bazen göç binasına çarpan ve içeri giren dev, demir bir kuş sürüsü oluveriyor. Bu etkileşim hayata geçtiğinde de bir bakıyorum insanlığın tanımladığı bazı disiplinler zaten kendiliğinden bir araya gelmiş ve bazen heykelin, bazen psikoloji, bazen davranış bilimleri bazen felsefenin konusu olmuş. Disiplinler, tanımlar, “bu da budur”lar iş bittikten sonra kendiliğinden bir araya geliyor benim sahnemde. Onlara bu rolü baştan belirlediğimizde güçlü bir duygu aktarımı yapamayız. İşin başında tanımsızlığa, cisimsizliğe, onun kendini oldurmasına izin veriyorum. Bu ve benzeri disiplinler zaten büyük bir kendiliğindenlik ve uyumla bir araya gelmişse iş kendini hissettiriyor ve hiç konuşmadan ona baktığımızda her bir başlığı ayrı ayrı seziyorsak tamam artık çekilebilirim, sonraki diyorum.
Londra Tasarım Bienali kapsamında sergilenen Açık Yapıt adlı çalışmanın hikayesini senden dinlemek isteriz.
Açık Yapıt bir pergel, nokta ve çemberle başladı. Beyaz bir kâğıda noktasını, merkezini yerleştirdim. Tek yapmam gereken şeyin ‘merkezden şaşmamak’ olduğunu belirlemiştim fikrimde. Etrafında defalarca döndüm; en temiz daireyi elde edene ve gözüm kapalı merkezde kalana dek döndüm. Madde ve soyut etkileşimini düşündüğüm, bu durumla bağlantımızı çalıştığım ve derinden hissettiğim günlerdi. Bienalin teması da temiz bir anlatımla dünya ile olan ilişkimiz, dünyayı getirdiğimiz yer ve neler oluyor iken tam yeri Zeynep dedim. Dünya ile ilişkimiz insanın merkez belirlenmesi ile şekillenecek. Merkez neresidir? Bir çember belirlesem ve bu çemberin içine giren, temas eden herkes de çemberi belirlese, izlesek. Burada madde boyutuna geçtim ‘hareketli, sesli, etkileşimli yüzeyler’ olmalı dedim. İnsanın tavrı, ona muamelesi ile tepkiye giren yüzeyler. Bu beni heyecanlandırdı. Ardından bir kültün böyle davranma fikrine geçtim çünkü dönüşmesi gereken kültlerdi, anıtlaşmış fikirler, sınırlar, tanımlar… O katılıkla birleştirdim süreci ve çemberim bir anıta dönüştü. Sanatçıyı geri çektim. Form yok. Zihnimizdeki anıtlar, kapılar geldi sahneye. Onları bu kez seslendirdim, rastlantısal bir sahneye dönüştürdüm ve geri çekildim. Sizindir.
Temelleri kapı, geçiş ve eşik kavramları üzerine kurulan Açık Yapıt'taki soyut kapılar ve dolaşım planını, ziyaretçilerin mekânı keşfetme ve deneyimleme süreçlerinde nasıl bir rol oynuyor? Hareketli ve sesli yüzeylerin ziyaretçilerle etkileşimi, eserindeki hangi duyusal veya psikolojik deneyimleri hedefliyor?
Açık Yapıt perdelerden oluşuyor. Ona uzaktan şöyle bir ilk baktığınızda devce bir anıt görüyorsunuz. Medeniyet iddiası olan şehirlerde sınırını çizmek için sembolik konmuş anıt, yerinden oynamaz kapılardan farksız ilk bakışta. Biraz ona doğru yürüdüğünüzde yerinden oynadığını görüyorsunuz. Anıt rüzgârın, bazen yüksekçe bir sesin etkisiyle evet yerinden oynuyor. Yaklaştıkça katı görüntüsünün de kırıldığını hatta bir tül perde gibi arkasını gösterdiğini görüyorsunuz. Önünde durduğunuzda sizin hareketinizle şekillenmeye hazır, açık mı açık, ondan tarihi boyunca beklenmeyecek hamlık ve çekicilikte önünüzde duruyor. İçine girdiğinizde sizin hareketinizle şekillenmeye başlıyor. Bunları bir film sahnesi gibi storyboardlar olarak çalıştım. Bir insan bunu deneyimlerken aslında zihninde katı, sınır olarak tanımlanmış çok kült bir sembolün dönüştüğüne şahit oluyor. Burada kutsal bir amacım ve bir eser ziyareti ile insanlığı dönüştürme iddiam yok ama öngördüğüm yeni insanlık sahnesinin titreşimini kurgulamak ve onunla raksa girmek bilinciyle hareket ettiğimi açıkça söylüyorum.
“Zaman o kadar sıkışık, dar ya da uzun bir kavram değil. Hayat yalnız bir değil. Ve eşikler vardır. Geçtiğinizde artık o ve siz dönüşmeye başlamışsınızdır. Açık yapıt benim için dünyanın gidişatına dair bir öngörü eskizi.”
Eserdeki performatif mekân kurgusu, insanlık tarihinin güç, sınırlar ve toplumsal hiyerarşi temsiliyle ilgili tartışmalara nasıl bir katkı sağlıyor?
Bir tiyatro sahnesi gibi düşünebiliriz. Onu canlandırıyoruz. Güç, toplum, sınır, ‘insanlık tarihi’ dediğimiz koca koca kavramları sahneye alıyor ve onları hareketli, dönüşebilir, rüzgarla zarif sesler de çıkarabilir, bir çocuk dokunduğunda dahi nazikçe bir enstrümana dönüşebilir hâle getirdik. İşimizi anlatmak çok güzel ama aslında gördüğünüzde ilk bakışta hiç açıklamaya gerek duymadan kendini anlatıyor, en sevdiğim katkısı da bu sözünü ettiğimiz tüm tartışmalara.
Sanat pratiğinde soyut ve somut deneyimlerin senteziyle yeni bir dil oluştururken hangi ilham kaynaklarından besleniyorsun?
Kendiliğindenlik. Basitçe sokakta yürürken, bir koku, ses herhangi bir şey bir ilhama dönüşebiliyorsa doğru yerdesinizdir ve o dil zaten oluşuyordur. İlham alayım, dil oluşturayım, eser ortaya koyayım diye yola çıkmıyorum hiç. Kendiliğinden oluyor ne oluyorsa ve tek beslendiğim şey bu. Varlığımın kendiliğinden aktığı deneyimler, üretimler ve onların peşinden gitmek.
Gelecek için heyecanlı mısın? Planlarında neler var?
Heyecanlıyım. Çok fazla hayalim var. Tecrübe etmek istediğim çok şey var hepimiz gibi ama kendime içinde bulunduğum şimdiden, o an önümde duranı en derin hâliyle yaşamayı öğütlüyorum. Mütemadiyen önümde duran bir hedeftense içinde durduğum şu an daha gerçek ve dingin bir his. Güzel şeyler olsun hepimiz için dilerim.