Birkaç serseri toz parçasından var olan kozmosta kendi rengini yaşayan Canavar ile Versus Art Project’teki ilk kişisel sergisi “Herşey Yolunda” hakkında söyleştik.
Serginin adının, eserlerle sarkastik bir birlikteliği var. “Herşey Yolunda” sergiye dair ne anlatıyor?
Sergiyle alakalı en temel konu, serginin insanlığın düşüşünün hikayesini anlatması. Apokaliptik bir döneme girdik ve kaosu yoğun bir biçimde yaşıyoruz. “La Haine”filminde 50. kattan düşen adam, düştüğü her katta “Buraya kadar her şey yolunda.” diyerek kendini rahatlatıyordu, serginin ismi de buradan geliyor. İnsanlık başka bir yöne doğru düşüyor, yarın belki daha korkutucu şeylerle karşılaşacağız. Toplumda bize belli biçimler empoze edilmeye çalışıldı, biz o formülün bozukluğunu yaşıyoruz. Sergi bunun hesabını sormakla alakalı. Tüm bu kaos yaşanırken “her şey yolunda, her şey yolunda” diye kendini telkin etmek istiyorsun. Bu kalıbı birleşik olarak kullanmamım sebebi, duyduğumuzda öyle hissetmeyişimiz. İşler ters gittiğinde telkin için “Her şey yolunda.” deriz.
Toplumda bize belli biçimler empoze edilmeye çalışıldı, biz o formülün bozukluğunu yaşıyoruz. Sergi bunun hesabını sormakla alakalı.
Sergi konusu aklında nasıl cisimleşti?
İşler bir araya gelince sergi konusunu belli etmiş oldu. Etin içinde bir bebek resmi yapmış olmam çocukluğumuzdan itibaren hepimizin üzerine atılan travmalarla alakalı. Aslında soyunu devam ettirme içgüdüsü bütün canlılarda, en küçük organizmalarda bile olağan ve normal. Bunu kana susamışçasına yapanlar sadece insan türü; kitleleri katledip, kendi inancını empoze etmeye ve yaşatmaya çalışacak seviyede yapıyor bunu. Şu an yaşadığımız durumun sebebi kendi dediğini yaptırmaya ve iktidar olmaya çalışan bir yapı. Ben de kendi iktidarımı oluşturmaya çalışıyorum ama bunu rengimi oluşturmaya çabalayarak yapıyorum. Beni taktığım maske buraya getirdiği için maskeli bir renge dönüştüm ve bununla eğleniyorum. Maske takarken gülmek hoşuma gidiyor. Yarattığı tezatın keyfini yaşıyorum ve tüm işler bir döngüde bu renge bağlanıyor.
Etin içinde konumlanan bebek figürünün olduğu “C1” eserinin anlattığı eril baskı ve soy devamlılığı konuları diğer eserlerle nasıl bir diyalog içinde?
“C1” serginin girişinde duruyor ve bebeğin üzerine oturduğu etin hissiyatını yayıyor.
Bu resimlerden sonra bizi portreler karşılıyor. O portrelerde herhangi bir yerde önyargıyı, baskıyı, öğretilmişliği sana hissettiren; gününü mahvedebilecek bakışlarla karşılaşabilirsin. Bu portreler bize bunu yapan insanların suretleri, onların girdiği hallerin portresi. Bu insanların bana yaşattıklarını içimden atmak için yardım çağrısı, bir çığlık gibi durmadan bu portreleri yapıyordum. Kendim bile sıkılmıştım bunu yapmaktan ama o anda öfke ve nefret duygusunun içinden çıkamadığım için bu portreleri çizmeden edemiyordum. Buradaki şiddetin türü, tatlı ve naif görünen çok sayıdaki psikolojik şiddet. Bu şiddet türüyle zihinler bir hapsin içine sokulmaya çalışılıyor, o demir parmaklıklar arasından kurtulmak için o kadar çaba gösteriyoruz ki. Bize psikolojik şiddetle günlerimizi, aylarımızı mahvedebilecek şeyler yaşatılıyor ve bunun tam olarak bir cezası yok.
Serginin kurgusunda anlatılan öfkenin bulaşıcı hali sana da geçti mi?
Sergide bıçağı yalayan birini gördüğümüz bir resim var. Bu resim, bir insanın kendine zarar verecek hale geldiğinde neden başkalarını da yanımda götürmediğine dair kendimle yaptığım bir hesaplaşma. Aslında dönüşmemizi istedikleri öfkeye dönüşmüş oluyorum bu sorgulamada. Sorgulamanın sonunda yani resmin aldığı halde de kendi dilimi keserek kendi rengimi oluşturmak istediğim cisimleşiyor.
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’la ilgili bir resmim var sonrasında. Resmin ismi Hyde. O resmin eskizini yaptığımda her an birini alabilecek, elinde bıçak tutarak köşede bekleyen bir adam yapmak istedim. Ama o resmi yaptığım esnada resimle ilgili biçimsel durum bitmiş, içsel durumsa devam ediyordu. Ben de bunu sorgularken elinde bıçak tutan adamın bıçağını düşürme sahnesini çizdim. Resim oraya evrildi. Yüzünde kendinden ürken hal yaratmaya çalıştım, vücut dili de öyle. Resmin aldığı son yapıda bu duygu var, “Ben ne oldum şimdi?” diye.
Hep bu acıların sorgulanması, düşünülmesi, halı altına süpürülmemesi gerektiğini düşündüm. Kanserli hücreleri ancak öyle atabiliriz içimizden.
Nefrete, toplum baskısına, şehrin kaosuna kapılmamak için onun sende tezahürünü başka bir biçime dönüştürme endişesinde misin?
Hep bu acıların sorgulanması, düşünülmesi, halı altına süpürülmemesi gerektiğini düşündüm. Kanserli hücreleri ancak öyle atabiliriz içimizden. Acılara yoğunlaşınca seni var eden şey acı olmaya başlıyor. Sonra yeni bir farkındalık geliyor, “Mazoşist miyim de bundan zevk alıyorum?” diye. Yine olmak istemediğim bir halimle karşılaşıyorum.
Sergide o mazoşizmin hissini veren bir de şehir kurgusu var. Kalabalıklar içinde anlamak istemediğimiz bir sürü halı var etrafta. Halılar insanlar haline dönüşmüş ve herkes birbirinin pisliğini birbirinin içine atıyor. Bu da öfkenin bir bulaşma biçimi. Sergide bu şehir imgesi bir yandan da çok estetik. Tertemiz bir plaza yanında yıkık dökük gecekonduların barınma hali bizim estetiğimize dönüşmüş. Çatıdan etrafa bakarken çekici gelebiliyor, fark ediyorum ki ben de sevmeye başlamışım bu hali. Stockholm Sendromu gibi...
Resimlerin tümünde malzeme olarak sprey boyayı tercih etmenin sebebi el alışkanlığıyla mı ilgili?
Bunun sebebi teknik olarak bazı şeyleri farklı biçimde çözümlemek istemem. Yani sprey boyayı nereye kadar götürebileceğimin sorgulaması var bu tercihte. Sergide ortak paydaların olmasıyla ilgili başka dikkat çeken bir nokta da işlerin genelinin siyah, beyaz ve gri olmasıydı. Orada da belirli bir tonu kullanarak o tonun yakın-uzak değerleriyle ilgili başka bir kısmı çözümledim. Benim resimlerimin filmlerde sahne yakalamak gibi bir hissi var. O resimlerde yakaladığım ışık huzmelerini renkli olarak yakalamaya kalkışmak ilk başta mümkün olmayabilirdi. Ama artık yakalayabilirim, çünkü siyah beyaz tonajlarla bu konuyu çözümledim.
Pandemi sebebiyle tarihi ötelenen bir sergi bu. Ertelenen zaman içinde serginin kurgusu ilk halinden başka bir şeye dönüştü mü?
İşler iki sene önce bitmişti. Pandemi sebebiyle ötelenen zaman içinde neyin nasıl sergileneceğine dair bir dönüşüm oldu daha ziyade. Versus Art Project’le tüm işleri galeriye serip birlikte kurguyu oluşturma noktasında birbirimizi daha çok anlayabildiğimiz bir süreç yaşadık.
Bir sokak sanatçısının galeri mekanındaki varlığının hala çoğu insana garip ve yeni gelmesi durumundan sıkıldın mı?
Sokak sanatçısının galeride olması kalıbı ya da sokakta yarattığımız imgeler –bendeki hamam böceği imgesi gibi- üzerinden konuşulmayı kabul etmiyorum. Ben sokak sanatı sayesinde buralara evrilen bir şey yaşamaya başladım. Sokak sanatına duyulan en temel hayranlıklardan biri özgür olma halinin herkesle paylaşılabilmesi. Sokak sanatçısının galeriye girmesi özgürlüğünü bırakmış olduğu anlamına gelmiyor, bu tamamen tercihlerle ilgili. Benim için galeri bir mecra, başka bir biçim. Başka türlü sergiler de planlıyorum ancak “Herşey Yolunda” için yapmak istediğim bu duvarlarda, şehirden etkilenmeden, maruz kaldıklarıma dair not aldığım şeyleri yalın bir şekilde paylaşmak. Bunları tartışmaya açma çabam var bu sergide.
Sergi, yarınına dair “her şey yolunda” diyen bir parça barındırıyor mu?
Sergi kurgusuna göre tüm hesaplaşmaların olduğu kısımlardan sonra izleyici, bütüne göre daha ferah görünen bir odayla karşılaşıyor. Burada dinginlik, kendi kendine olma, idrak etme hali var. Kafamdaki bütün çelişkiler ve bunların arasında oluşturmaya çalıştığım denge, şeytanla pazarlık, tanrıyla hesaplaşma ile bu mekanda akışta olduğumun izlenimini vermeye çalışıyorum.
Carl Sagan’ın “Atalarımızın Gölgesinde” isimli kitapta değindiği haliyle birkaç serseri toz parçasından var oldu bu kozmos. Şimdi apokaliptik bir dönemdeyiz. Belki insanlığın sonunun geldiği ve yaşamın başla bir biçimde güzelliğe varabileceği yerdeyiz. Buna rağmen öyle bir hal ki, yolunda gibi geliyor her şey. Harbiden yolunda gibi geliyor.