
Feminist, kuir ve vegan politikalarına odaklanan seramik üretimleriyle öne çıkan sanatçı Irmak Dönmez ile sohbet ettik.
Irmak Dönmez kimdir? Kısaca kendinden bahseder misin?

1987 doğumluyum, Güzel Sanatlar Lisesi ile başlayan yolculuğum Dr. adayı ve öğretim görevlisi unvanıyla, hem teorik hem de uygulamalı olarak devam ediyor. Çocukluğumdan beri çok ilgilenmediğim şeylere odaklanmak ile ilgili sorunum vardı, örneğin zorunlu dersler, tüm ders kitaplarımın kenarları çizim doluydu; ailem de daha fazla diretmedi ve hep sanat okudum.
Kendi ilgi alanlarımda okumayı, araştırmayı ve arşiv yapmayı çok seviyorum. Kendim merak edince, kendi zamanımda okumayı seviyorum. Psikoloji, fenomenoloji, medikal anatomi ve patoloji başlıca ilgi alanlarım arasında alıyor. İlgilendiğim ve okuduğum şeyler üzerine bir süre düşünürüm, hayaller kurar, bozar, çarpıtırım. Bazen bir kenara hızlı eskiz karalıyorum, bazen de yeni fikirlerimi telefonumun not kısmına yazıyorum.
Resimle başlayan bir sanat kariyerin var. Resimlerini seramik ile üçüncü boyuta çıkarma fikri nasıl ortaya çıktı?
Doktora’da Danimarka Kraliyet Akademisi’ne bir yıl tez araştırması için gitmiştim. Orada seramik atölyesinde yapılan çağdaş heykelleri görünce gözlerim parladı, ertesi gün elimde eskiz defterimle o atölyeye gittim. Orada çalışan seramik profesörü Karen’e, “Sence bu defterdeki çizimlerimi heykele dönüştürebilir miyim?” diye sormuştum; bir blok çamur kesip verdi ve “Haydi hemen başla!” dedi. Bu kadar seveceğimi hiç tahmin etmemiştim, sonrasında tezi kenara fırlatıp bir yıl boyunca her gün seramik atölyesinde zaman geçirdim, öyle bir kapılmak... Ben biraz böyleyim, her şeyde yüzde yüz veya yüzde sıfır. İşlerimle üretirken çok bağlanan biriyim, hele ki işin içine üç boyut girince… Aklımdaki fikri üç boyutlu gördüğümde hala çok etkileniyorum, hayatta en sevdiğim şey bu.
Sanat pratiğini Danimarka ve İzlanda gibi İskandinav ülkelerinde de tecrübe etme şansı buldun. Bu ülkelerin kişisel sanat pratiğine yansıması nasıl oldu?
Kuzey ülkelerine ve kuzey mitolojisine ilgim vardı, kendim kurcaladım oralara gitmek istedim, çok uğraşarak gittim. Bana çok şey kattı, düşününce en kıymetlisi de seramiğin hayatıma girmesi oldu. Bazı karşılaşmaların yeri ve zamanı çok beklenmedik olabiliyor.
Türkiye gibi bir seramik ülkesinde yaşa ama sen git Kopenhag’da seramiğe başla. Nedeni çok açık, buradaki geleneksel yaklaşımın ve eğitim sisteminin çağdaş üretime ve deneylere çok kapalı oluşu.
Oradaki seramik profesörünü gözlemliyordum, başka alandan öğrenciler ve hatta dışarıdan insanlar küçük bir küllük, bir bardak denemek için geliyorlardı, hiç kimseye olumsuz yaklaşmadı aksine güler yüzlü ve ilgiliydi. Burada bir atölyeye girip bir şey yapmak için dağları aşmak, bin kişiden izin almak gerekir. Üstelik muhtemelen ya reddedilir ya da yolun başından demoralize edilirsin. Özgür bir sanat eğitimi için her şey, herkesin deneyebileceği gibi açık ve adil kullanılmalı. Teknikler kutsal kadim bilgiler değildir, herkes her malzemeyi kullanmayı öğrenebilir. Teknikle ilgili insanların içine korku salınmamalı.
İşlerinde toplumsal cinsiyet politikalarına karşı söylemlerin öne çıktığını görüyoruz. Üzerine kafa yorduğun bu konular üretim süreçlerini nasıl etkiliyor?
Hepimizin kendince içselleştirip uğruna savaştığı konular var; herkesin her konuya sesi ve enerjisi yetişemez diye düşünüyorum. Yalnızca içselleştirdiğim konularda sesimin güçlü çıktığını ve bir yerlere ulaştığını düşünüyorum.
Kadın bedenine atfedilen kutsallık, doğurma ve besleme gibi konuların birer birer yıkıldığı yeni bir döneme doğru gidiyoruz. Bu toplumsal dönüşüm çağında sanatçılara ne gibi roller düşüyor?
Bilmiyorum o döneme gidiyor muyuz, keşke gidiyor olsak. Sanatçılara rol biçmek haddime değil fakat sanatçıların sanat pazarı içinde uysallaştırıldığını düşünüyorum. Kısırlaştırılmış kedi gibi kastre edilip, şişmanlatılıp “Oldum ben!” rehavetiyle tutunanlar, iddiasından vazgeçenler...
Bam güm girişen işler az, onlar da esas görünecek yerlerde yer bulamıyor. Elbette bazı sanatçıları ve alanları tenzih ederim. Çoğunlukla satış üzerinden değer biçilen mutlu bir alışveriş akvaryumu... Hem içinde olup hem de çok içinde olmaman gerekiyor.
Almanya’da bulunan Kunsthalle Mannheim müzesinden “Mother” sergisi için davet aldın ve daha sonra “Odipus’un Doğum Günü Pastası” adlı eserin müzenin kalıcı koleksiyonuna eklendi. Bu eserin hikayesini senden dinlemek isteriz.
Seramiğe başladığımda bu dilim pasta üçüncü çalışmamdı. Yüksek lisans tezinin psikoloji okumalarının etkisindeydim ve anti-ödip okuyordum. Bu işi yaptım ve Danimarka Kraliyet Akademisi’nde yıl sonu sergisinde sergilenmiş, epey ilgi çekmişti. Türkiye’ye döndüm ve Mamut Art Project (2020)’de sergilendi. Ben değişik versiyonları üzerine çalışmaya devam ediyordum, daha sonra müze daveti geldi. Müzenin müdürü, eserimi Danimarka’da sergilendiğinde görmüş. Benim için bu yaşta önemli bir müzenin koleksiyonunda yer almak çok heyecan verici, umuyorum devamı gelir. Bu seri üzerine severek çalışmaya devam ediyorum ve hiçbiri birbirinin aynısı olmuyor, çalışırken ellerimle yeni formlar araştırmayı çok seviyorum.

Günümüzde gittikçe dijitalleşen dünyada yaratıcı üretiminde tamamen analog teknikler kullanan bir sanatçı olarak nasıl hissediyorsun? İlerleyen dönemde kendi sanatsal üretimin ile dijital teknikleri birleştirme gibi bir düşüncen var mı?
Dijital resimlerim de var aslında. Hiçbir tekniğe ve deneye kapalı değilim; bence önemli olan fikir. Her fikir seramikte veya resimde iyi olmayabilir. Yalnız itiraf etmeliyim ki, ekranla iletişimim çok güçlü değil, ellerimle dokunduğum şeylere kendimi daha iyi aktardığımı düşünüyorum.
Gelecek için heyecanlı mısın? Planlarında neler var?
Bir sürü yeni iş fikrim var, zaman yetmiyor, onların var olmuş hallerini görmek için sabırsızlanıyorum; her şeyden bağımsız en büyük motivasyonum bu. Çoğunlukla aklımda onlar var, bir işimi yarım halde atölyede bırakıyorsam yolda ve evde de bakıp üzerine düşünebileyim diye fotoğraflarını çekip çıkıyorum. Yakın gelecekte Contemporary İstanbul var, yeni işlerimle Martch Art Project’te olacağım, heyecanlıyım.